Dilara K. Tüfekçioğlu
[2] Ursula
K. Le Guin’in Türkçe’deki ilk kitabı Metis Yayınlarından 1990 yılında çıkan
Mülksüzler’miş. Araştırmalarım sonucu bu yargıya vardım.
16 Şubat- 11 Mayıs 2018
Yıllar önce, Pangaltı’da bulunan Kitapçılar Çarşısı’ndan (artık yok) geçerken buldum O'nu. Orayı bilmeyenler
hatırlamaz. Fatma Girik’in Şişli Belediye Başkanı seçildiği dönem; perişan
durumdaki bu sokağa, güzel küçük kırmızı binalar yapılmış ve sadece kitapçılara,
sahaflara kiralanmıştı. O sırada Kurtuluş’ta bir lisede çalışıyordum ve
kestirmeden gitmek istediğimiz için genellikle bu yolu kullanırdık. Hala
öyledir orası, kestirmedir, etrafla fazla ilgilenmeden o yolu hızla geçer aşağı
yolun –yani caddenin- karmaşasından kurtularak Osmanbey- Nişantaşı dört yol
ayrımına ulaşırsınız. Şimdilerde orası öldü, kitapçılar ve sahaflar birer birer
kapandı ama oradan geçmeyi bırakmadım, her geçişimde Ursula K. Le Guin ismindeki
bir yazarı orada keşfedişimi hatırlarım: “Ursula’yı
burada bulmuştum.”
Yıl 90’ların başı olmalı. Kurtuluş’un şimdilerde daha
çarpıcı (gerçek anlamda) olan insan
selinden kurtulup huzura kavuştuğum o kısa sokak; günün sonunda beni mutlu
etmeye yetiyordu. Her geçişimde kitapçı vitrinlerine bakıp oralarda dolaşmayı veya
içeriye girip ara sıra bir kitap almayı adet edinmiştim. Sonra, O’nu bulup
almıştım. Hangi dürtü, sezgi, ipucu beni onu almaya itmişti? Yazar hakkında
hiçbir şey bilmiyordum, görece ince, sıradan bir baskı ve kapağa sahip, hiç
duymadığım bir yayınevi tarafından çıkarılmış olan bu kitabı almaya beni ne itmişti?
Büyük ihtimalle arka kapaktaki şu kısacık tanıtım yazısı:
“Sözcüklerden oluşan bir büyüler
dünyası. Kişinin doğru sözcüğü kullanması durumunda gerçek büyü yapabileceği,
ejderlerin insanlarla, insanların depremlerle konuştuğu bir evrende aydınlıkla
karanlığın nefes kesen mücadelesi.”
Merak… Merakımı harekete geçiren bu küçük not olmalı. Bunu
yazdım çünkü ara sıra aklıma gelir ve bu olayın ayrıntılarını hatırlamaya çalışırım.
O gün ne oldu da ben onu aldım ve iki efsaneyle tanıştım: “GED” ve “Ursula”
ile.
Kitabın adı “Atmaca’nın Türküsü”ydü. Bu yazıyı yazmaya
başladığım o ilk gün, kitaplarımı karıştırarak usulen aradım, usulen diyorum
aslında neredeyse her şeyin kayıtlı olduğu kitaplarımın arasında olmadığını
biliyordum. Yayınevinin adı Ne Yayınlarıymış[1]
bunu da bu yazıyı hazırlarken araştırarak buldum, doğrusu hiç aklımda kalmamış.
Şu anda böyle bir yayınevinin olmadığını biliyorum, kapanmış. Bildiğim
kadarıyla Ursula’nın Yerdeniz’ini ilk
keşfeden[2]
ve 1992’de yayımlayan onlar, aslında ne kadar geç bir keşif. Ama dizinin devamını getirememişler. 1994 yılında Metis Yayınları, diziyi ve Ursula’nın diğer kitaplarını basmaya başladı. Ve sonra gerisi de geldi.
Öyküye devam edersem; eve geldikten sonra kitabı hemen
okumuş olmalıyım çünkü hemen akabinde oğluma okumasını önerdim. Fırat, o
sıralarda 11 veya 12 yaşlarındaydı sanıyorum. Sonra bir gün geldi, “anne bunun devamı
var mı?” dedi. Okumuş, bitirmiş; devamı var mı, diye soruyor. “Bakarım” dedim.
Atmacanın Türküsü, hem Yerdeniz
serisinin ilk kitabını (Yerdeniz Büyücüsü) hem de ikinci kitabı olan Atuan Mezarları’nı kapsıyordu. 250
sayfalık bu kitabın tam çeviri olup olmadığını bilmiyorum. O sıralarda
Sapanca’da yazlık adı altında bir evimiz vardı. İki katlı, iki odalı, minicik
havuzlu bir ev... Yaz tatilinde iki çocuk (Birce ve Fırat) ve ben oraya kısa süreliğine kalmaya gitmiştik.
O günlerde konuştuğumuz tek konu GED’di. Fırat, kitap okuyan bir çocuktu ama
belki de ilk defa bir kitabın büyüsüne bu kadar kapılmış olmalıydı. Atmacanın
Türküsü’nün devamını o yaz bulamayınca ikinci tur okumaya geçti daha sonra
başka okuma turları da yapmış olabilir. Sonra yine o dönemlerde Metis’ten seri
çıkmaya başladı, eğer yazarı tanımasaydım aynı kitap olduğunu anlamazdım, bu
sefer adı, Yerdeniz Büyücüsü olmuştu.
Ve ben bunları yazarken; O Yaz’ı ve Sapanca’daki ikinci zevkli
meşguliyetimizin Dünya Kupası
olduğunu hatırlayıverdim: “Akşamları çok da iyi çıkmayan televizyonumuzdan maçları izliyorduk,” diye düşünürken, o yılın hangi yıl olduğunu da keşfediverdim: 1994.*
olduğunu hatırlayıverdim: “Akşamları çok da iyi çıkmayan televizyonumuzdan maçları izliyorduk,” diye düşünürken, o yılın hangi yıl olduğunu da keşfediverdim: 1994.*
Yıllar içinde, tamamlandıkça okuduğum bu serinin - ki şu anda
altıya tamamlandı- bir ara hepsini birlikte okudum. İlk defa okuyormuşum gibi sonuna
kadar aynı heyecanla devam ettim, bitirdim. Daha önce fark etmediğim
ayrıntıları gördüm. Sindire sindire hepsini bir arada okumak kadar güzel bir
şey yok. Ve “elimde harika bir kitabım
var, şimdi işlerimi bitirince ona devam edebilirim” duygusuyla canla başla günlük
işleri bitirmeye çalışmanın, o motivasyonun kıymetini hep bildim. Bana göre; ayakta
kalmanın, mutlu olmanın yolu buydu. Küçük yaşta öğrendiğim bu beceri
hayat kurtarıcıdır, depresyon falan hak getire hiçbir şeyciğiniz kalmaz. Yalnız
bunu her kitapta yaşayamazsınız. Ama Yerdeniz serisi, (altısı birden) ruhumu iyileştiren, tazeleyen kitapların başında
gelir. Canım sıkıldıkça yeniden yeniden, baştan sona kadar okumak isterim.
Yapamam elbette, okuyacak o kadar çok şey varken…
Yerdeniz naiftir, yavaş akar. GED’in yaptığı yolculuklarda
onunla birlikte yürürsünüz, denizin güzelliğine, zorluğuna katlanırsınız. Yazarın satır aralarına serpiştirdiği merakımızı kışkırtan ipuçlarını adım adım izlersiniz. Ged, iyi bir
büyücüdür ama hiçbir zaman bu yeteneğini olur olmaz kullanmaz, hatta öyle anlar
olur ki neden kullanmıyor, neden büyü yapmıyor diye sinir olursunuz. Sonunda da
olan olur bu yeteneğini de kaybeder zaten. Ursula bunu da yapmıştır (ne üzülmüştüm). Ged’in üzüntülerini,
sıkıntısını, sıradan bir insana dönüşmesini, yaşlanmasını da anlatmıştır yazar. Ve
hepimizi sevindiren olay da nihayet gerçekleşir, Ged; yıllardır onu bekleyen
Tehanu’suna kavuşur. Bizi bu sevinçten mahrum etmek istememiştir Ursula. Bunun için de onu severim, hep bir umut vardır yazdıklarında.
Yerdeniz serisinin o sıralarda çıkan kitapları dışında
okuduğum ilk kitabı da hatırlıyorum. Hayaller Şehri (yine ismini değiştirmişler[3]).
Vakit bulamadığım için ve güne yüksek bir şevkle, zevkle başlamak için erkenden
kalkıp (ki bu çok erken demek oluyor)
en az yarım saat okuyup, sonra hazırlanıp işe giderdim. O sırada Işık Lisesinde
çalışmaya başlamıştım, bu benim 10 yıl devlette çalıştıktan sonraki ilk özel
okulumdu.
Hayaller Şehri, hafızası silinmiş bir adamın bulunmasıyla başlar. Yerel
halktan insanlar, kendi köylerinin sınırında bulmuştur onu. Adam, Tabula Rasa durumundadır. Bomboş. Beynindeki
bütün bilgileri, anılarını, dilini, her şeyini çekip almışlar, geriye; adına
beden denilen kabuğu bırakmışlar. Tuhaf bir biçimde onu bulan insanlar bu
duruma alışkındır daha önceden de buna benzer şeyler görmüşlerdir. Yeni doğmuş
bir bebekten farkı olmayan bu adama her şeyi baştan öğretirler, ona yeni kimlik
verirler, kendi adetlerine alıştırırlar ama O, yabancı olduğunu hep bilmektedir
(sarı gözleri vardır, diğerlerinden
farklıdır). Bir gün kim olduğunu bulmak için, herkesin gitmekten korktuğu,
o gizemli şehre doğru yola çıkar… Konusu çok güzel değil mi? Bu kitap meğerse Hainli Döngüsü’nün ikinci kitabıymış. O
sıralarda öyle bir isimlendirme yoktu.
Ursula’dan okuduğum üçüncü kitap Mülksüzler’di, İtiraf edeyim ki en zor okuduğum kitap bu olmuştur.
Mülksüzler mesafeli yazılmıştır. Dili; bir belgeselcinin, bir tarihçinin, bir
sosyoloğun dilinden farklı değildir. Ya da bana öyle gelmişti o zamanlar. O’nun
sıcak diline, naifliğine, içinde umut barındıran, sevgi barındıran kelimelerine
alışmış biri olarak bu yazım biçimini garipsemiş olabilirim. Bilmiyorum.
Yeniden okuduğumda daha iyi değerlendirme şansım olacak. Bugünlerde fırsat
bulursam Hainli Döngüsü’nü, yeni çıkanlarla (okumadıklarım var) birlikte baştan sona bir daha okumak istiyorum, o arada
Mülksüzler’i de okumam gerecek. Belki yukarıda belirttiğim fikirlerim (veya duygularım) değişir. Kimbilir.
Ve son olarak yine o dönemlerde okuduğum en sevdiğim kitaba
gelmek istiyorum: Karanlığın Sol Eli.
Uzay Yolu serilerinde olan fikir burada da var: Dünyalar Birliği, Federasyon fikri. Hangisi
önce yazılmış diye baktım. Orijinal Uzay Yolu dizisi (Kaptan Kirk ve Spock) 1966'da başlamış 69’da sona ermiş. Kitabın
orijinal baskısı ise 1969. Bu durumda Uzay Yolu öncü oluyor çünkü dizide çok
net bir şekilde dünyalar arası farklı etnik kültürleri, türleri barındıran bir federasyondan
başından beri bahsedilir, zaten Uzay Yolu’nun özü de budur, aralarda savaşlar
olsa da aslında Atılgan bir keşif gemisidir.
Karanlığın Sol Eli’nde, dünyalar arası federasyon (Guin bu birliğe Ekumen[4]
adını vermiştir) üyesi Ai, Kış adını
verdikleri gezegene gelir. Amacı yerli halkın Gethen dediği bu gezegeni de
Ekumen'nin içine katmaktır. Ai’nin anagemisi gezegenin yörüngesinde dönmekte ve
içindekiler kendini uykuya yatırmış olarak Ai’den haber beklemektedir. Gethen'de insanlar çift cinsiyetlidir (o
zaman için çok şaşırtıcıydı) ve hormonlarının durumuna göre bazen kadın bazen
erkek olabilmektedirler. Bir dönem baba olan biri, başka bir dönem anne
olabiliyordur. Ai, hiç bilmediği, anlayamadığı bu toplumda çeşitli hatalar yapar
(bunu kendi söylüyor) bir ara başka
bir siyasi gücün eline geçer ve türlü işkencelere katlanır (eşsiz bir etkileyicilikte yazılmıştır). Başlangıçta dost olamadığı, anlayamadığı Estraven ile dostlukları gelişir. Bu dostluğun sonuçlarını kitabın
sonuna doğru yaşarız (bu kadar ipucu
yeter).
Hayal gücümüzü kışkırtan, yaşadığımız dünyaya eleştirel
yaklaşmamıza, sorgulamamıza kapı açan bu türden romanları başta Le Guin olmak
üzere çeşitli bilimkurgu yazarlarına borçluyuz.
Sonra aradan yıllar geçti bir de baktım ki herkes ve
özellikle kadınlar Ursula’yı biliyor. (Ne
zaman oldu bu?) Özellikle Feminist
cenahın başucu kitabının Kadınlar, Rüyalar,
Ejderhalar olduğuna tanık oldum. Şaşırdım ve kıskandım tabi. O bana ait bir
yazardı o zamana kadar.
Ursula’nın yaşadığını ve yazmaya devam ettiğini bilmek
güven vericiydi: "O, yazmaya devam ediyor."
Sonra bir gece Fırat’tan şu mesaj geldi: “Anne, Ursula ölmüş.”
Hemen o aralar bu yazıya başladım, ilk paragrafı yazıp
bıraktım daha birkaç gün öncesine kadar bir daha elime alamamıştım.
Ailemizden birini kaybetmişim kadar üzüldüm, üzgünüm. Umberto Eco’da
da aynı duyguları yaşamıştım.
"Evet, ama o kitaplarında yaşıyor" diyemiyorum hala. (Ne bayat bir fikir, ne ezber bir slogan!)
Bazı insanlar çok kıymetli, onların ölümlerine katlanmak çok
zor.
*Yazının akışını bozmadım, nasıl ilerlediysem ve keşfettiysem öyle bıraktım. Kronolojik yazma ve araştırma sürecini de göstersin istedim.
[1] “Ne Yayınları”nı, Memet Fuat ile ilişkilendirmiş Murat Belge. http://www.milliyetsanat.com/kitap/yazar-detay/nasil-olunur-/345 Bu konuyla ilgili başka bir bilgiye ulaşamadım. Keza, Ne Yayınları’yla da ilgili başka bir bilgi bulamadım.
[1] “Ne Yayınları”nı, Memet Fuat ile ilişkilendirmiş Murat Belge. http://www.milliyetsanat.com/kitap/yazar-detay/nasil-olunur-/345 Bu konuyla ilgili başka bir bilgiye ulaşamadım. Keza, Ne Yayınları’yla da ilgili başka bir bilgi bulamadım.
Memet Fuat (Mehmet Fuat Bengü) Piraye’nin oğlu, Nazım
Hikmet’in üvey oğlu. bkz. http://kitap.ykykultur.com.tr/hazirlayanlar/memet-fuat
[3] Yanılsamalar
Kenti, olmuş.
[4] Yazar
bunu ev halkı anlamına gelen Yunanca oikumene kelimesinden üretmiş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder