11 Mayıs 2018 Cuma

Ursula’yla Tanışmak…

Dilara K. Tüfekçioğlu
16 Şubat- 11 Mayıs 2018

Yıllar önce, Pangaltı’da bulunan Kitapçılar Çarşısı’ndan (artık yok) geçerken buldum O'nu. Orayı bilmeyenler hatırlamaz. Fatma Girik’in Şişli Belediye Başkanı seçildiği dönem; perişan durumdaki bu sokağa, güzel küçük kırmızı binalar yapılmış ve sadece kitapçılara, sahaflara kiralanmıştı. O sırada Kurtuluş’ta bir lisede çalışıyordum ve kestirmeden gitmek istediğimiz için genellikle bu yolu kullanırdık. Hala öyledir orası, kestirmedir, etrafla fazla ilgilenmeden o yolu hızla geçer aşağı yolun –yani caddenin- karmaşasından kurtularak Osmanbey- Nişantaşı dört yol ayrımına ulaşırsınız. Şimdilerde orası öldü, kitapçılar ve sahaflar birer birer kapandı ama oradan geçmeyi bırakmadım, her geçişimde Ursula K. Le Guin ismindeki bir yazarı orada keşfedişimi hatırlarım: “Ursula’yı burada bulmuştum.”

Yıl 90’ların başı olmalı. Kurtuluş’un şimdilerde daha çarpıcı (gerçek anlamda) olan insan selinden kurtulup huzura kavuştuğum o kısa sokak; günün sonunda beni mutlu etmeye yetiyordu. Her geçişimde kitapçı vitrinlerine bakıp oralarda dolaşmayı veya içeriye girip ara sıra bir kitap almayı adet edinmiştim. Sonra, O’nu bulup almıştım. Hangi dürtü, sezgi, ipucu beni onu almaya itmişti? Yazar hakkında hiçbir şey bilmiyordum, görece ince, sıradan bir baskı ve kapağa sahip, hiç duymadığım bir yayınevi tarafından çıkarılmış olan bu kitabı almaya beni ne itmişti? Büyük ihtimalle arka kapaktaki şu kısacık tanıtım yazısı:
“Sözcüklerden oluşan bir büyüler dünyası. Kişinin doğru sözcüğü kullanması durumunda gerçek büyü yapabileceği, ejderlerin insanlarla, insanların depremlerle konuştuğu bir evrende aydınlıkla karanlığın nefes kesen mücadelesi.”

Merak… Merakımı harekete geçiren bu küçük not olmalı. Bunu yazdım çünkü ara sıra aklıma gelir ve bu olayın ayrıntılarını hatırlamaya çalışırım. O gün ne oldu da ben onu aldım ve iki efsaneyle tanıştım: “GED” ve “Ursula” ile.

Kitabın adı “Atmaca’nın Türküsü”ydü. Bu yazıyı yazmaya başladığım o ilk gün, kitaplarımı karıştırarak usulen aradım, usulen diyorum aslında neredeyse her şeyin kayıtlı olduğu kitaplarımın arasında olmadığını biliyordum. Yayınevinin adı Ne Yayınlarıymış[1] bunu da bu yazıyı hazırlarken araştırarak buldum, doğrusu hiç aklımda kalmamış. Şu anda böyle bir yayınevinin olmadığını biliyorum, kapanmış. Bildiğim kadarıyla Ursula’nın Yerdeniz’ini  ilk keşfeden[2] ve 1992’de yayımlayan onlar, aslında ne kadar geç bir keşif.  Ama dizinin devamını getirememişler. 1994 yılında Metis Yayınları, diziyi ve Ursula’nın diğer kitaplarını basmaya başladı. Ve sonra gerisi de geldi.

Öyküye devam edersem; eve geldikten sonra kitabı hemen okumuş olmalıyım çünkü hemen akabinde oğluma okumasını önerdim. Fırat, o sıralarda 11 veya 12 yaşlarındaydı sanıyorum. Sonra bir gün geldi, “anne bunun devamı var mı?” dedi. Okumuş, bitirmiş; devamı var mı, diye soruyor.  “Bakarım” dedim. 

Atmacanın Türküsü, hem Yerdeniz serisinin ilk kitabını (Yerdeniz Büyücüsü) hem de ikinci kitabı olan Atuan Mezarları’nı kapsıyordu. 250 sayfalık bu kitabın tam çeviri olup olmadığını bilmiyorum. O sıralarda Sapanca’da yazlık adı altında bir evimiz vardı. İki katlı, iki odalı, minicik havuzlu bir ev... Yaz tatilinde iki çocuk (Birce ve Fırat)  ve ben oraya kısa süreliğine kalmaya gitmiştik. O günlerde konuştuğumuz tek konu GED’di. Fırat, kitap okuyan bir çocuktu ama belki de ilk defa bir kitabın büyüsüne bu kadar kapılmış olmalıydı. Atmacanın Türküsü’nün devamını o yaz bulamayınca ikinci tur okumaya geçti daha sonra başka okuma turları da yapmış olabilir. Sonra yine o dönemlerde Metis’ten seri çıkmaya başladı, eğer yazarı tanımasaydım aynı kitap olduğunu anlamazdım, bu sefer adı, Yerdeniz Büyücüsü olmuştu.

Ve ben bunları yazarken; O Yaz’ı ve Sapanca’daki ikinci zevkli meşguliyetimizin Dünya Kupası
olduğunu hatırlayıverdim: “Akşamları çok da iyi çıkmayan televizyonumuzdan maçları izliyorduk,” diye düşünürken,  o yılın hangi yıl olduğunu da keşfediverdim: 1994.*

Yıllar içinde, tamamlandıkça okuduğum bu serinin - ki şu anda altıya tamamlandı- bir ara hepsini birlikte okudum. İlk defa okuyormuşum gibi sonuna kadar aynı heyecanla devam ettim, bitirdim. Daha önce fark etmediğim ayrıntıları gördüm. Sindire sindire hepsini bir arada okumak kadar güzel bir şey yok. Ve “elimde harika bir kitabım var, şimdi işlerimi bitirince ona devam edebilirim” duygusuyla canla başla günlük işleri bitirmeye çalışmanın, o motivasyonun kıymetini hep bildim. Bana göre; ayakta kalmanın, mutlu olmanın yolu buydu. Küçük yaşta öğrendiğim bu beceri hayat kurtarıcıdır, depresyon falan hak getire hiçbir şeyciğiniz kalmaz. Yalnız bunu her kitapta yaşayamazsınız. Ama Yerdeniz serisi, (altısı birden) ruhumu iyileştiren, tazeleyen kitapların başında gelir. Canım sıkıldıkça yeniden yeniden, baştan sona kadar okumak isterim. Yapamam elbette, okuyacak o kadar çok şey varken…

Yerdeniz naiftir, yavaş akar. GED’in yaptığı yolculuklarda onunla birlikte yürürsünüz, denizin güzelliğine, zorluğuna katlanırsınız. Yazarın satır aralarına serpiştirdiği merakımızı kışkırtan  ipuçlarını adım adım izlersiniz. Ged, iyi bir büyücüdür ama hiçbir zaman bu yeteneğini olur olmaz kullanmaz, hatta öyle anlar olur ki neden kullanmıyor, neden büyü yapmıyor diye sinir olursunuz. Sonunda da olan olur bu yeteneğini de kaybeder zaten. Ursula bunu da yapmıştır (ne üzülmüştüm). Ged’in üzüntülerini, sıkıntısını, sıradan bir insana dönüşmesini, yaşlanmasını da anlatmıştır yazar. Ve hepimizi sevindiren olay da nihayet gerçekleşir, Ged; yıllardır onu bekleyen Tehanu’suna kavuşur. Bizi bu sevinçten mahrum etmek istememiştir Ursula. Bunun için de onu severim, hep bir umut vardır yazdıklarında.

Yerdeniz serisinin o sıralarda çıkan kitapları dışında okuduğum ilk kitabı da hatırlıyorum. Hayaller Şehri (yine ismini değiştirmişler[3]). Vakit bulamadığım için ve güne yüksek bir şevkle, zevkle başlamak için erkenden kalkıp (ki bu çok erken demek oluyor) en az yarım saat okuyup, sonra hazırlanıp işe giderdim. O sırada Işık Lisesinde çalışmaya başlamıştım, bu benim 10 yıl devlette çalıştıktan sonraki ilk özel okulumdu.

Hayaller Şehri, hafızası silinmiş bir adamın bulunmasıyla başlar. Yerel halktan insanlar, kendi köylerinin sınırında bulmuştur onu. Adam, Tabula Rasa durumundadır. Bomboş. Beynindeki bütün bilgileri, anılarını, dilini, her şeyini çekip almışlar, geriye; adına beden denilen kabuğu bırakmışlar. Tuhaf bir biçimde onu bulan insanlar bu duruma alışkındır daha önceden de buna benzer şeyler görmüşlerdir. Yeni doğmuş bir bebekten farkı olmayan bu adama her şeyi baştan öğretirler, ona yeni kimlik verirler, kendi adetlerine alıştırırlar ama O, yabancı olduğunu hep bilmektedir (sarı gözleri vardır, diğerlerinden farklıdır). Bir gün kim olduğunu bulmak için, herkesin gitmekten korktuğu, o gizemli şehre doğru yola çıkar… Konusu çok güzel değil mi? Bu kitap meğerse Hainli Döngüsü’nün ikinci kitabıymış. O sıralarda öyle bir isimlendirme yoktu.

Ursula’dan okuduğum üçüncü kitap Mülksüzler’di, İtiraf edeyim ki en zor okuduğum kitap bu olmuştur. Mülksüzler mesafeli yazılmıştır. Dili; bir belgeselcinin, bir tarihçinin, bir sosyoloğun dilinden farklı değildir. Ya da bana öyle gelmişti o zamanlar. O’nun sıcak diline, naifliğine, içinde umut barındıran, sevgi barındıran kelimelerine alışmış biri olarak bu yazım biçimini garipsemiş olabilirim. Bilmiyorum. Yeniden okuduğumda daha iyi değerlendirme şansım olacak. Bugünlerde fırsat bulursam Hainli Döngüsü’nü, yeni çıkanlarla (okumadıklarım var) birlikte baştan sona bir daha okumak istiyorum, o arada Mülksüzler’i de okumam gerecek. Belki yukarıda belirttiğim fikirlerim (veya duygularım) değişir. Kimbilir.

Ve son olarak yine o dönemlerde okuduğum en sevdiğim kitaba gelmek istiyorum: Karanlığın Sol Eli.

Uzay Yolu serilerinde olan fikir burada da var: Dünyalar Birliği, Federasyon fikri.  Hangisi önce yazılmış diye baktım. Orijinal Uzay Yolu dizisi (Kaptan Kirk ve Spock) 1966'da başlamış 69’da sona ermiş. Kitabın orijinal baskısı ise 1969. Bu durumda Uzay Yolu öncü oluyor çünkü dizide çok net bir şekilde dünyalar arası farklı etnik kültürleri, türleri barındıran bir federasyondan başından beri bahsedilir, zaten Uzay Yolu’nun özü de budur, aralarda savaşlar olsa da aslında Atılgan bir keşif gemisidir.

Karanlığın Sol Eli’nde, dünyalar arası federasyon (Guin bu birliğe Ekumen[4] adını vermiştir)  üyesi Ai, Kış adını verdikleri gezegene gelir. Amacı yerli halkın Gethen dediği bu gezegeni de Ekumen'nin içine katmaktır. Ai’nin anagemisi gezegenin yörüngesinde dönmekte ve içindekiler kendini uykuya yatırmış olarak Ai’den haber beklemektedir. Gethen'de insanlar çift cinsiyetlidir (o zaman için çok şaşırtıcıydı) ve hormonlarının durumuna göre bazen kadın bazen erkek olabilmektedirler. Bir dönem baba olan biri, başka bir dönem anne olabiliyordur. Ai, hiç bilmediği, anlayamadığı bu toplumda çeşitli hatalar yapar (bunu kendi söylüyor) bir ara başka bir siyasi gücün eline geçer ve türlü işkencelere katlanır (eşsiz bir etkileyicilikte yazılmıştır).  Başlangıçta dost olamadığı, anlayamadığı Estraven ile dostlukları gelişir. Bu dostluğun sonuçlarını kitabın sonuna doğru yaşarız (bu kadar ipucu yeter).

Hayal gücümüzü kışkırtan, yaşadığımız dünyaya eleştirel yaklaşmamıza, sorgulamamıza kapı açan bu türden romanları başta Le Guin olmak üzere çeşitli bilimkurgu yazarlarına borçluyuz.  

Sonra aradan yıllar geçti bir de baktım ki herkes ve özellikle kadınlar Ursula’yı biliyor. (Ne zaman oldu bu?)  Özellikle Feminist cenahın başucu kitabının Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar olduğuna tanık oldum. Şaşırdım ve kıskandım tabi. O bana ait bir yazardı o zamana kadar. 

Ursula’nın yaşadığını ve yazmaya devam ettiğini bilmek güven vericiydi: "O, yazmaya devam ediyor." 

Sonra bir gece Fırat’tan şu mesaj geldi: “Anne, Ursula ölmüş.”

Hemen o aralar bu yazıya başladım, ilk paragrafı yazıp bıraktım daha birkaç gün öncesine kadar bir daha elime alamamıştım.  

Ailemizden birini kaybetmişim kadar üzüldüm, üzgünüm. Umberto Eco’da da aynı duyguları yaşamıştım.

"Evet, ama o kitaplarında yaşıyor" diyemiyorum hala. (Ne bayat bir fikir, ne ezber bir slogan!

Bazı insanlar çok kıymetli, onların ölümlerine katlanmak çok zor.



*Yazının akışını bozmadım, nasıl ilerlediysem ve keşfettiysem öyle bıraktım. Kronolojik yazma ve araştırma sürecini de göstersin istedim. 

[1]Ne Yayınları”nı, Memet Fuat ile ilişkilendirmiş Murat Belge. http://www.milliyetsanat.com/kitap/yazar-detay/nasil-olunur-/345  Bu konuyla ilgili başka bir bilgiye ulaşamadım. Keza, Ne Yayınları’yla da ilgili başka bir bilgi bulamadım.
Memet Fuat (Mehmet Fuat Bengü) Piraye’nin oğlu, Nazım Hikmet’in üvey oğlu. bkz. http://kitap.ykykultur.com.tr/hazirlayanlar/memet-fuat
 [2] Ursula K. Le Guin’in Türkçe’deki ilk kitabı Metis Yayınlarından 1990 yılında çıkan Mülksüzler’miş. Araştırmalarım sonucu bu yargıya vardım.
[3] Yanılsamalar Kenti, olmuş.
[4] Yazar bunu ev halkı anlamına gelen Yunanca oikumene kelimesinden üretmiş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder