Dilara K. Tüfekçioğlu
2014-15
Aşağıdaki bölümü daha yayımlanmamış olan romanım "Karşılaşmalar"dan aldım*, ismi değişebilir. Özellikle bugün 19 Ocak 2016 tarihinde bunu buraya yerleştirmek istedim. Roman karakterlerinden biri olan Tarık Bey, Hrant'ın öldürüldüğü günün tanığıdır ve o anı şöyle anlatır...
*****
(....)
Nysa, “Çalışman nasıl gidiyor?” diye sordu arkasından. Kararını
çoktan vermiş birisinin rahatlığıyla konuşuyordu.
“İyi gitmiyor,” dedi Tarık Bey. Tarık Bey, beş yıldır Sebil Apartmanı’nın
bulunduğu caddenin, apartmanların ve cadde sakinlerinin tarihini yazmakla
meşguldü. Kendi deyimiyle bir tür yerel
tarih çalışmasıydı bu yaptığı. Halaskargazi caddesinin Osmanbey bölümünün
tarihi. O kadar. Bu kadarla sınırlamıştı tarihini. “Tarihi bir çalışmayı
sınırlandırmak lazım,” diyordu. Onun da sınırı buydu. Fiziksel bir sınırdı bu.
Penceresinden baktığında gördüğü alanla sınırlandırmıştı yerel tarihini.
Önce bulduğu kaynakları okumuş, caddenin fotoğraflarını çekmiş,
eski kartpostal ve fotoğrafları toplamış, o görüntüleri günümüzdeki halleriyle kıyaslayarak
görsel analiz çalışması yapmıştı. Kitabı
A3 boyutlarında olacaktı. Özellikle ilk bölüm; bol resimli, karşılaştırmalı bir
çerçeve sunacaktı okuyucuya. Sonra tek tek apartmanlara, bazı eski ailelerin
tarihlerine sıra gelecekti. Bunun için üç yıldır insanlarla konuşuyor yine
kendi deyişiyle bir tür sözlü tarih çalışması
yapıyordu.
Caddede cereyan eden önemli olaylar da yer alacaktı bu tarihte.
Her türlü gösteriyi, mitingi, yürüyüşü evinin penceresinden çekmişti çünkü
gözlem noktası, hareket noktası evinin penceresiydi.
“Otuz yıldır penceremden bakıyor, tarihin gözümün önünden akıp
gittiğini seyrediyorum,” derdi.
“Bugün, Hrant’ın öldüğü O günü yazdım,” dedi Nysa’ya.
“Sonra başka bir şey yapamadım. Buraya dikildim kaldım, sen gelene kadar
penceremden bakmaya devam ettim. Aslında yazacak çok şey vardı ama nedense
başka bir şey bulamadım. Ne yaptığımı anlattım sadece. O anı nasıl yaşadığımı.”
Nysa bir şey demedi. Tarık Bey’in yazdıklarını anlatmak istediğini
biliyordu, her zaman anlatırdı, o da dinlerdi. Zevkle dinler, endişeyle
beklerdi. Caddenin Tarihi… Orada
kendi tarihi de vardı. Bir gün Tarık Bey onu da yazacaktı. Söylemişti bunu Nysa’ya.
“Sana hiç anlatmadım değil mi o günü?” dedi.
“ Hayır,” dedi Nysa.
“Şurada duruyor, düşünüyordum.” Pencerede durduğu yeri gösteriyordu.
“Hastaneden yeni gelmiştik. Biliyorsun Yıldız teyzen… Yine ilaç almıştı. Çok
yorgundu, onu yatırdım. Gizlice sigara içmek için buraya geldim, pencereyi
açtım. Salonun kapısını da kapatmıştım. Sigaramı yaktım, aklım Yıldız’la meşguldü.”
Nysa, “nerede yazdıkların?” dedi. Tarık Bey, yazdıklarının daima çıktısını alır,
düzeltmelerini onların üzerinde yapardı.
Masanın üzerindeki kâğıt yığınından en üstteki birkaç
sayfayı seçti Tarık Bey: “İşte. Bu da benim sözlü tarihim. Sen oku, ben de
sütlü kakao yapmaya gideyim.”
Bu da onların alışkınlarından biriydi. Tarık Bey
yolu açar; Nysa, “getir okuyayım,” derdi.
Nysa, geniş üçlü koltuğa yatar gibi
yayıldı, Tarık Bey’in anlatısına kaldığı yerden devam etti:
“Bir ara aşağıdaki insanların Taksim yönüne doğru
koştuklarını gördüm. Ama tersi yönde koşan insanlar da vardı. Korku doluydular.
Bir şey olmuştu. Tabanca sesi duymadım. İnsanlar bir garipti. Bana bir filmi
hatırlattı bu. Şu kıyamet filmlerinden birini, ismini hatırlayamadım o anda. Hala
da bilmiyorum. Sanki öyle bir filmin içindeymişim gibi hissetmiştim kendimi. Mecidiyeköy’e
doğru koşanlar, sürekli arkalarına bakıyorlardı. Onlar da ne olduğunu anlamamıştı
sanırım sadece korkup olayın merkezinden uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Daha
uzaktaki insanların doğal halleri bozulmamıştı. Her şey dar bir alanda olup
bitmişti. Bunların hepsini sonradan düşüne düşüne buldum. İmgeleri hatırlamak
için uğraşmak lazım. İnsan görür, unutur ama sonra hatırlar. İsterse hatırlar.
Hemen makinemi alarak aşağıya koşturdum. Yanıma bir tek cep
telefonumu ve anahtarı almıştım. Remzi dış
kapıdaydı, ‘ne olmuş?’ dedim, ‘bilmiyorum, birini vurmuşlar aşağı tarafta,’
dedi. Yıldız’ı unutmuşum. Onu öylece, o hasta haliyle yalnız başına bırakıp
fırlamışım. Kırk küsur yıl gazetecilik yapmıştım, içimde hala sönmemiş bir ateş
vardı, sanki yine bir şey yakalayabilirmişim gibi hissediyordum. Coşku
doluydum.
Beş dakika sonra oradaydım. Yerde biri yatıyordu. Etrafında
insanlar vardı. Bağırışlar, çığlıklar vardı. Polis yeni geliyordu. Siren
seslerini duyuyordum. Ambulans da olabilirdi. Sonra, onu tanıdım. Çünkü
tanıyordum. Çalıştığı binayı biliyordum, birkaç kere oraya gitmiştim. Etraftan,
‘Ermeni’, ‘Hrant’, ‘gazeteci’ diyenlerin sesleri kulağıma çarpıp, beynime
ulaşıyordu. Duyduğum seslerle, yerdeki görüntüyü birleştirmiş olmalıyım. Sonuca
ulaşmak kolaydı: O Hrant’tı… ‘Güzelim insanı vurmuşlar,’ dedim.
Yere çökmüş, kalmışım. Az sonra polisler gelip bizi uzak bir
yerlere ittiler. Oradan seyrettim. Donmuş kalmıştım. Sürekli, ‘bu güzel insanı
vurdular,’ diyordum. Orada ne kadar
kaldım, bilmem. Çok kalabalık olduk. Orada öylece bekledik. Sloganlar atılıyordu.
Ben sadece, ‘güzel insanı vurdular,’
kelimesinin beynimde dolanıp durduğunu biliyorum. Sonra, ‘Taksim’e gidiliyor’
dedi birileri, onlarla birlikte Taksim’e yürüdüm. Etrafta tanıdığım birçok
insan vardı. Hiç kimseyle konuşmadım. Kimse, kimseyle konuşmuyordu. Onlarla göz
göze gelmemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Selam verme, gibi sıradan bir
davranışı dahi yapmak istemiyordum. Normal davranamadım. Normal değildi hiçbir
şey. Sıradan, bir olay değildi bu. Hrant da, sıradan bir insan değildi.
Yürüdük, durduk. Durduk, yürüdük. Ara sıra tanıdıklarla yan
yana düştük. Kolum yanımdaki arkadaşıma değiyordu ama konuşmuyorduk. Ara sıra
gözlerimizin karşılaştığı arkadaşlarımız oluyordu. Birbirimizin gözünün içine
derin derin, gözümüzü kırpmadan bakıp,
başımızı çeviriyorduk.
Bazı anlar vardır o anlarda konuşulmaz, konuşulamaz. Bu da o
anlardan biriydi. Tarihin o anda
değişmekte olduğunu hissedersiniz. Domino taşlarından ilki yerinden
oynatılmıştır, bunu bilirsiniz. Hava
soğuktu, geceydi, ama ben dışarının değil içimin soğuğunu, ağır atmosferin ürkütücü
gerginliğini hissediyordum.
Taksim’den geriye doğru yürüdük, aynı yere geri dönüp geldik. Agos’un
önüne. Çoğu kimse yerini bile bilmezdi. İlk kez o gece öğrendi. Gecenin bir
vaktiydi, çok kalabalıktık. İlk kez orada duydum: ‘Hepimiz Ermeni’yiz’
cümlesini. Bu sloganın benzerlerini sanki hatırlıyordum. Bildiğim, ayrımcılığa
uğramış halkları savunmak için; özdeşlik yaratmak için; empati duygusunu ifade
etmek için; ötekileştirmeyi kırmak için bulunmuş, muhteşem bir dile getirme
olduğuydu. Ama o gece orada bu cümlenin,
derinlere itilmiş bir gerçekliği de yansıttığını keşfettim. Hepimiz bir parça Ermeni’ydik,
benim ailemde de Müslümanlaştırılmış bir, ‘büyükanne’ vardı. Zaten Hrant’ı da
bu nedenle tanımıştım. Büyükannemin akrabalarını arıyordum. Ermeni
akrabalarımı. Sloganı atamadım. Boğazım düğümlendi, donukluğum geçmeye başladı,
içim hüzün doldu. Şimdi ağlama zamanıydı.
Önemlidir: Yazardan izin almadan hiç bir yerde yayımlanamaz, alıntılanamaz, çoğaltılamaz ve sergilenemez.
*Nisan 2018 itibariyle Tefrika Roman olarak romanın adına açtığım blog sitesinde yayımlamaya başladım. Romanın adını "Maya Mor - Rastgele Karşılaşmalar" olarak değiştirdim. Okumak için linke tıklayınız. https://tefrika-mayamor.blogspot.com.tr/
DİĞER bloglarıma da bkz.
"MAYA MOR RASTGELE KARŞILAŞMALAR" TEFRİKA ROMAN
https://tefrika-mayamor.blogspot.com/
TARİH İÇİN KAYNAK
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/
TARİH EĞİTİMİ
https://tarihegitimi.blogspot.com/
*Nisan 2018 itibariyle Tefrika Roman olarak romanın adına açtığım blog sitesinde yayımlamaya başladım. Romanın adını "Maya Mor - Rastgele Karşılaşmalar" olarak değiştirdim. Okumak için linke tıklayınız. https://tefrika-mayamor.blogspot.com.tr/
DİĞER bloglarıma da bkz.
"MAYA MOR RASTGELE KARŞILAŞMALAR" TEFRİKA ROMAN
https://tefrika-mayamor.blogspot.com/
TARİH İÇİN KAYNAK
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/
TARİH EĞİTİMİ
https://tarihegitimi.blogspot.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder