19 Ocak 2016 Salı

“Bugün, Hrant’ın öldüğü O günü yazdım”

Dilara K. Tüfekçioğlu
2014-15

Aşağıdaki bölümü daha yayımlanmamış olan romanım "Karşılaşmalar"dan aldım*, ismi değişebilir. Özellikle bugün 19 Ocak 2016 tarihinde bunu buraya yerleştirmek istedim. Roman karakterlerinden biri olan Tarık Bey, Hrant'ın öldürüldüğü günün tanığıdır ve o anı şöyle anlatır...

*****

(....)
Nysa, “Çalışman nasıl gidiyor?” diye sordu arkasından. Kararını çoktan vermiş birisinin rahatlığıyla konuşuyordu.

“İyi gitmiyor,” dedi Tarık Bey. Tarık Bey, beş yıldır Sebil Apartmanı’nın bulunduğu caddenin, apartmanların ve cadde sakinlerinin tarihini yazmakla meşguldü. Kendi deyimiyle bir tür yerel tarih çalışmasıydı bu yaptığı. Halaskargazi caddesinin Osmanbey bölümünün tarihi. O kadar. Bu kadarla sınırlamıştı tarihini. “Tarihi bir çalışmayı sınırlandırmak lazım,” diyordu. Onun da sınırı buydu. Fiziksel bir sınırdı bu. Penceresinden baktığında gördüğü alanla sınırlandırmıştı yerel tarihini.

Önce bulduğu kaynakları okumuş, caddenin fotoğraflarını çekmiş, eski kartpostal ve fotoğrafları toplamış, o görüntüleri günümüzdeki halleriyle kıyaslayarak görsel analiz çalışması yapmıştı.  Kitabı A3 boyutlarında olacaktı. Özellikle ilk bölüm; bol resimli, karşılaştırmalı bir çerçeve sunacaktı okuyucuya. Sonra tek tek apartmanlara, bazı eski ailelerin tarihlerine sıra gelecekti. Bunun için üç yıldır insanlarla konuşuyor yine kendi deyişiyle bir tür sözlü tarih çalışması yapıyordu.

Caddede cereyan eden önemli olaylar da yer alacaktı bu tarihte. Her türlü gösteriyi, mitingi, yürüyüşü evinin penceresinden çekmişti çünkü gözlem noktası, hareket noktası evinin penceresiydi.

“Otuz yıldır penceremden bakıyor, tarihin gözümün önünden akıp gittiğini seyrediyorum,” derdi.

“Bugün, Hrant’ın öldüğü O günü yazdım,” dedi Nysa’ya. “Sonra başka bir şey yapamadım. Buraya dikildim kaldım, sen gelene kadar penceremden bakmaya devam ettim. Aslında yazacak çok şey vardı ama nedense başka bir şey bulamadım. Ne yaptığımı anlattım sadece. O anı nasıl yaşadığımı.”

Nysa bir şey demedi. Tarık Bey’in yazdıklarını anlatmak istediğini biliyordu, her zaman anlatırdı, o da dinlerdi. Zevkle dinler, endişeyle beklerdi. Caddenin Tarihi… Orada kendi tarihi de vardı. Bir gün Tarık Bey onu da yazacaktı. Söylemişti bunu Nysa’ya.

“Sana hiç anlatmadım değil mi o günü?” dedi.
“ Hayır,” dedi Nysa.

“Şurada duruyor, düşünüyordum.” Pencerede durduğu yeri gösteriyordu. “Hastaneden yeni gelmiştik. Biliyorsun Yıldız teyzen… Yine ilaç almıştı. Çok yorgundu, onu yatırdım. Gizlice sigara içmek için buraya geldim, pencereyi açtım. Salonun kapısını da kapatmıştım. Sigaramı yaktım, aklım Yıldız’la meşguldü.”

Nysa, “nerede yazdıkların?” dedi.  Tarık Bey, yazdıklarının daima çıktısını alır, düzeltmelerini onların üzerinde yapardı.

Masanın üzerindeki kâğıt yığınından en üstteki birkaç sayfayı seçti Tarık Bey: “İşte. Bu da benim sözlü tarihim. Sen oku, ben de sütlü kakao yapmaya gideyim.” 
Bu da onların alışkınlarından biriydi. Tarık Bey yolu açar; Nysa, “getir okuyayım,” derdi. 

Nysa, geniş üçlü koltuğa yatar gibi yayıldı, Tarık Bey’in anlatısına kaldığı yerden devam etti:

“Bir ara aşağıdaki insanların Taksim yönüne doğru koştuklarını gördüm. Ama tersi yönde koşan insanlar da vardı. Korku doluydular. Bir şey olmuştu. Tabanca sesi duymadım. İnsanlar bir garipti. Bana bir filmi hatırlattı bu. Şu kıyamet filmlerinden birini, ismini hatırlayamadım o anda. Hala da bilmiyorum. Sanki öyle bir filmin içindeymişim gibi hissetmiştim kendimi. Mecidiyeköy’e doğru koşanlar, sürekli arkalarına bakıyorlardı. Onlar da ne olduğunu anlamamıştı sanırım sadece korkup olayın merkezinden uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Daha uzaktaki insanların doğal halleri bozulmamıştı. Her şey dar bir alanda olup bitmişti. Bunların hepsini sonradan düşüne düşüne buldum. İmgeleri hatırlamak için uğraşmak lazım. İnsan görür, unutur ama sonra hatırlar. İsterse hatırlar.

Hemen makinemi alarak aşağıya koşturdum. Yanıma bir tek cep telefonumu ve anahtarı almıştım.  Remzi dış kapıdaydı, ‘ne olmuş?’ dedim, ‘bilmiyorum, birini vurmuşlar aşağı tarafta,’ dedi. Yıldız’ı unutmuşum. Onu öylece, o hasta haliyle yalnız başına bırakıp fırlamışım. Kırk küsur yıl gazetecilik yapmıştım, içimde hala sönmemiş bir ateş vardı, sanki yine bir şey yakalayabilirmişim gibi hissediyordum. Coşku doluydum.

Beş dakika sonra oradaydım. Yerde biri yatıyordu. Etrafında insanlar vardı. Bağırışlar, çığlıklar vardı. Polis yeni geliyordu. Siren seslerini duyuyordum. Ambulans da olabilirdi. Sonra, onu tanıdım. Çünkü tanıyordum. Çalıştığı binayı biliyordum, birkaç kere oraya gitmiştim. Etraftan, ‘Ermeni’, ‘Hrant’, ‘gazeteci’ diyenlerin sesleri kulağıma çarpıp, beynime ulaşıyordu. Duyduğum seslerle, yerdeki görüntüyü birleştirmiş olmalıyım. Sonuca ulaşmak kolaydı: O Hrant’tı… ‘Güzelim insanı vurmuşlar,’ dedim.

Yere çökmüş, kalmışım. Az sonra polisler gelip bizi uzak bir yerlere ittiler. Oradan seyrettim. Donmuş kalmıştım. Sürekli, ‘bu güzel insanı vurdular,’  diyordum. Orada ne kadar kaldım, bilmem. Çok kalabalık olduk. Orada öylece bekledik. Sloganlar atılıyordu. Ben sadece, ‘güzel insanı vurdular,’ kelimesinin beynimde dolanıp durduğunu biliyorum. Sonra, ‘Taksim’e gidiliyor’ dedi birileri, onlarla birlikte Taksim’e yürüdüm. Etrafta tanıdığım birçok insan vardı. Hiç kimseyle konuşmadım. Kimse, kimseyle konuşmuyordu. Onlarla göz göze gelmemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Selam verme, gibi sıradan bir davranışı dahi yapmak istemiyordum. Normal davranamadım. Normal değildi hiçbir şey. Sıradan, bir olay değildi bu. Hrant da, sıradan bir insan değildi.

Yürüdük, durduk. Durduk, yürüdük. Ara sıra tanıdıklarla yan yana düştük. Kolum yanımdaki arkadaşıma değiyordu ama konuşmuyorduk. Ara sıra gözlerimizin karşılaştığı arkadaşlarımız oluyordu. Birbirimizin gözünün içine derin derin, gözümüzü kırpmadan bakıp,  başımızı çeviriyorduk.

Bazı anlar vardır o anlarda konuşulmaz, konuşulamaz. Bu da o anlardan biriydi. Tarihin o anda değişmekte olduğunu hissedersiniz. Domino taşlarından ilki yerinden oynatılmıştır,  bunu bilirsiniz. Hava soğuktu, geceydi, ama ben dışarının değil içimin soğuğunu, ağır atmosferin ürkütücü gerginliğini hissediyordum.

Taksim’den geriye  doğru yürüdük, aynı yere geri dönüp geldik. Agos’un önüne. Çoğu kimse yerini bile bilmezdi. İlk kez o gece öğrendi. Gecenin bir vaktiydi, çok kalabalıktık. İlk kez orada duydum: ‘Hepimiz Ermeni’yiz’ cümlesini. Bu sloganın benzerlerini sanki hatırlıyordum. Bildiğim, ayrımcılığa uğramış halkları savunmak için; özdeşlik yaratmak için; empati duygusunu ifade etmek için; ötekileştirmeyi kırmak için bulunmuş, muhteşem bir dile getirme olduğuydu.  Ama o gece orada bu cümlenin, derinlere itilmiş bir gerçekliği de yansıttığını keşfettim. Hepimiz bir parça Ermeni’ydik, benim ailemde de Müslümanlaştırılmış bir, ‘büyükanne’ vardı. Zaten Hrant’ı da bu nedenle tanımıştım. Büyükannemin akrabalarını arıyordum. Ermeni akrabalarımı. Sloganı atamadım. Boğazım düğümlendi, donukluğum geçmeye başladı, içim hüzün doldu. Şimdi ağlama zamanıydı.

Eve geldiğimde saat oniki gibiydi. Aslında çok da iyi bilmiyorum ama geç bir saatti. Anahtarı deliğe sokmadan Yıldız, kapıyı açtı. Televizyon açıktı, haberleri dinliyordu. Hiçbir şey sormadı. Her şeyi anlamıştı. Birbirimize baktık, sarıldık. Kapının önünde hıçkıra hıçkıra ağladık. Ertesi gün fark ettim: Tek bir kare fotoğraf dahi çekememiştim.”

Önemlidir: Yazardan izin almadan hiç bir yerde yayımlanamaz, alıntılanamaz, çoğaltılamaz  ve sergilenemez.

*Nisan 2018 itibariyle Tefrika Roman olarak romanın adına açtığım blog sitesinde yayımlamaya başladım. Romanın adını "Maya Mor - Rastgele Karşılaşmalar" olarak değiştirdim. Okumak için linke tıklayınız. https://tefrika-mayamor.blogspot.com.tr/

DİĞER bloglarıma da bkz. 

"MAYA MOR RASTGELE KARŞILAŞMALAR" TEFRİKA ROMAN
https://tefrika-mayamor.blogspot.com/

TARİH İÇİN KAYNAK
https://kaynaklarlatarih.blogspot.com/

TARİH EĞİTİMİ
https://tarihegitimi.blogspot.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder