7 Ocak 2016 Perşembe

Kaf Dağlarının Ardındaki Ülke veya Attumaların Ülkesine Demokrasi Nasıl Geldi?

Dilara K. Tüfekçioğlu

2001

http://www.taringa.net/comunidades/galeria-de-art/5057428/Color-absoluto.html

Attumaların Ülkesine Demokrasi Nasıl Geldi?

Bir varmış bir yokmuş, bundan uzun yıllar önce, ismi artık sadece tarih sayfalarında kalmış bir ülke varmış. Nedendir bilinmez bu ülkenin insanları kırmızı saçlı ve yeşil gözlüymüş. Hepsi de gayet çalışkan, sabırlı insanlarmış. Ülkenin üç tarafı Kaf Dağları'yla, bir tarafı denizle çevriliymiş. Ülkenin ortasında yer alan ova, gözenekler halinde her yerden fışkıran pınarlarla doluymuş. Bu küçük pınarlar birleşip kocaman bir nehre dönüşür ve ülkenin orta yerinden dev bir akarsu halinde akıp gidermiş.


Pınarların ve dev nehrin etrafı küçücük köylerle doluymuş. Köy ahalisi eker, biçer, hayvan yetiştirir ve kazandıklarıyla geçinir gidermiş. Açlık nedir bilmedikleri gibi daha iyi nasıl yaşanır onu da bilmezlermiş. Kaf Dağları onların doğal surları gibiymiş hiçbir düşman veya yabancı, dağları aşıp bu ülkeye gelemezmiş. Bu ülkenin insanları da  başka dünyalara gidemezlermiş.

Gel zaman git zaman bu düzen bir gün  bozuluvermiş. Bir sabah, deniz kenarında yaşayan köylüler, o zamana kadar hiç görmedikleri koca karınlı  gemilerin kıyıya yanaşmaya çalıştıklarını görmüşler. Savaş nedir, açlık nedir bilmeyen köylüler, yeni gelenleri merakla karşılamaya koşmuş. Gelenler siyah saçlı, siyah gözlüymüş. Ellerinde taşıdıkları kocaman silahlarıyla, kıyıya yanaştırdıkları kayıklardan inerek toprağa ayak basmışlar. Gelenlerin başında;  garip  başlıklı, kürklere bürünmüş, görünüşüyle ona bakan insanları dehşete düşüren  bir adam varmış. Köylülere silahlarını gösterip, “açız” diye midelerini işaret etmişler.

İşte bu ülkenin hikâyesi bundan sonra değişmeye başlamış. Yeni gelenler öylesine saldırgan ve vahşilermiş ki köylüler bu zorunlu misafir ağırlama işinden şikâyet etmeye başlamışlar. Bir gün Kara Saçlılar'ın şefi  bütün köylüleri toplantıya çağırmış, “hiç şikayet etmeyin, bizi besleyeceksiniz, buna mecbursunuz” demiş. Köylülerden  yaşlı bir adam öne çıkıp, “ülkemiz büyük, size de toprak verelim, ekip biçin, ürününüzü yetiştirin, bizim yetiştirdiklerimiz sadece bize yeter, bizim ülkemizde herkes kendi yiyeceğini kendisi kazanır” diyebilmiş ama bu sözlere  şef çok kızmış, “gayret edin ve daha fazla yetiştirin, biz ve adamlarım çalışmaya alışık değiliz. Siz bizi beslerseniz biz de sizi dışarıdan gelen düşmanlara karşı koruruz” demiş. Yaşlı köylü “bizim hiç düşmanımız yok ki, bu ülkeye kimse gelemez” deyince şef, “bundan sonra gelecektir, çünkü biz öncüyüz, bu yolu açtık, artık herkes buraya nereden girileceğini biliyor” diye bilgiç bilgiç cevap vermiş. Bazı köylüler itiraz edecek gibi olmuş ama şef hemen itiraz edenleri adamlarına yakalatmış,  sonra da köylülere dönüp “ daha başka itiraz eden var mı?” diye sakin sakin sormuş. Hepsi susmuşlar...

Zamanla yeni gelenler öyle bir düzen kurmuş ki her köylü ailesi daha fazla çalışmak zorunda kalmış. Artık hem kendileri için hem de bu yabancılar için ürün yetiştiriyorlar ve bunları vergi adı altında yabancılara veriyorlarmış. Şef, adını da değiştirmiş, I. Attuma adını almış. Bu durum, ülkenin dört bir tarafına gönderilen tellallar aracılığıyla duyurulmuş.

I. Attuma,  bir gün en sadık adamlarını toplayıp; “ben ölünce benim yerime oğlum geçecek” demiş. Buna itiraz eden kimse olmamış çünkü şeflerinin bunu söylemeye hakkı olduğunu düşünüyorlarmış. Bu güzel hayatı onlara sağlayan, becerikli ve akıllı şefleriymiş elbette. 

Şef gerçekten akıllı adammış, toplanan fazla ürünleri ülke dışına gönderip ticaret yapmaya başlamış, adamlarını daha iyi beslemiş, onları onurlandırmak için unvanlar dağıtmış, kendisine nehir kıyısında  muhteşem bir bahçesi  olan  saray yaptırmış.

I. Attuma bir gün aniden ölmüş, unvan sahibi adamları ona anıt-mezar yapmışlar, mezarın üzerini şeflerinin başarılarını anlatan resimlerle donatmışlar, sonra da şeflerine söz verdikleri gibi oğlunu babasının yerine geçirmişler. II. Attuma adını alan oğul, babasından daha hırslıymış. Komşu ülkelere yağma ve fetih seferlerine başlamış, babasının zamanında soyluluk unvanı alanları  etrafına toplamış, “bundan böyle sizin de oğullarınız aynı unvanlarla anılacaktır ama siz de benim oğullarıma aynen bana gösterdiğiniz saygıyı göstereceksiniz” demiş.

II. Attuma öylesine göz kamaştırıcı giyinir, öylesine güzel bir sarayda yaşarmış ki, O, halkının gözünde yıldızlar kadar ulaşılamaz biriymiş, hatta bir insan gibi görmezlermiş onu, O, sanki bir tanrı gibiymiş, öylesine uzak, öylesine erişilmez, öylesine kutsal...

II. Attuma bu etkiyi elbette bilerek yaratıyormuş, kendini tanrının oğlu ilan edip ülkenin dört bir tarafına tapınaklar açtırıp, adamlarını bu tapınakların başına yerleştirmiş. “Artık kimse bana karşı gelemez” diye düşünüyormuş, “çünkü bana karşı gelmek tanrıya karşı gelmek demektir”.

 Böylece yerini iyice sağlamlaştırmış, artık gelecekten korkusu yokmuş. Sarayın kasasına giren paralarla çok daha kuvvetli, garip silahlarla donatılmış bir ordu oluşturmuş. Sarayın işleri öyle büyümüş öyle büyümüş ki artık  hiçbir görevli vergi paralarını hesaplamayı, Attuma’nın ağzından çıkan kuralları akılda tutmayı, olan olayları hatırlamayı beceremez olmuş. Tam bu sırada II. Attuma ölmüş, yerine geçen III. Attuma bütün bu sorunların farkında olarak büyümüş. Başa geçer geçmez hemen “bu duruma bir çare bulun” diye emir vermiş. Soylular, din adamları, tüccarlar hepsi oturmuş günlerce düşünmüş düşünmüş... Günlerden bir gün yaşlı bir din adamı, “buldum” demiş; “bunun tek bir çaresi var şimdiye kadar resimlerle anlatmaya çalıştıklarımızı artık daha basitleştirilmiş çizgilerle anlatalım, ağzımızdan çıkan her bir sözcüğü gösteren bir işaret bulalım”.  İşte böylece ülkenin yazısı icat edilmiş. Bundan sonra da her şeyi kil tabletlerin üzerine yazıp sarayın veya tapınakların odalarında saklamışlar. İşte bugün bizler, Attuma ülkesinde olanları bizlere kadar  ulaşan o yazılı tabletlerden, bir de günümüze kadar gelen efsanelerden, halk şarkılarından biliyoruz.

III. Attuma bir yasa kitabı yayımlamış ama nedense bu yasaların arasında köylülerin lehine hiç bir madde yokmuş. Adamlarının eğitimini sağlamak için sarayda okul açtırmış, eğitilmiş soylulardan bir grup seçip onları doğrudan devletin işleriyle ilgilenecek özel adamları  yapmış ve onlara “Attuma Krallık komitesi” ismini vermiş. Bu arada en güvendiği bir komite üyesini de kendine  baş yardımcı olarak seçmeyi ihmal etmemiş. 

Ama bütün bu masraflar, halka konulan vergileri  arttırdıkça arttırmış. Bu duruma sesini çıkaranlar çok ama çok ağır cezalara çarptırılmış. Attuma’nın ülkesi, vergi borcunu ödeyemeyerek  köle durumuna düşen insanlarla dolmuş taşmış. Kölelerin hiçbir hakkı yokmuş sadece ölmeyecek kadar beslenir ve kendilerine söylenen tüm işleri yaparlarmış.

Böylece yıllar yılları kovalamış. Ölen kral Attumaların yerine oğul Attumalar geçmiş  ve hatta bu yüzden burası  komşu ülkelerde ve tarihi belgelerde “Attumaların ülkesi” diye anılmaya başlamış.  Ama kırmızı saçlı, yeşil gözlü yerliler bu yabancı ismi hiçbir zaman kabullenmemişler, onlar kendilerini eski isimleri olan “kafkaflar” olarak isimlendirmeye devam etmişler. X. Attuma zamanında büyük bir köle isyanı çıktıysa da çok kanlı bir şekilde bastırılmış.

Halk hiç mutlu değilmiş, vergiler hiç azalmıyor hep artıyormuş, gencecik  çocuklarını Attumaların komşu ülkelerle yaptığı  savaşlarda  kaybediyorlarmış. Ama  XXX. Attuma zamanında tam beş oğlunu savaşta kaybeden bir anne, Attuma ülkesinin tarihini değiştirivermiş. Bağrı yanık anne köy köy dolaşmış, acılarını anlatan şarkılar söylemiş, öyküler anlatmış. Önceleri sadece oğullarını kaybeden diğer anneler peşine takılmış. Oğullarının savaşa gönderilmesine karşı çıkan kadınların  sayısı gün geçtikçe artmış, kadınlarını yalnız bırakmak istemeyen vergi yükünden ve savaşlardan beli bükülmüş erkekler de peşlerine takılmış, tabii  çocuklar da. Tanrı-kral Attuma’nın adamları  olayı haber aldıklarında  artık çok geçmiş. Başlangıçta önemsemedikleri ve komik buldukları kadınların bu isyanı büyümüş de büyümüş.

Günlerden bir gün (ki tarihi belgelerde bugün özgürlük günü olarak geçer) tüm kadınlar ve erkekler hatta çocuklar, sarayın önünde toplanmış “açıııızzzz!” diye bağırmışlar, “çocuklarımız ölmesin!” diye bağırmışlar. Bunları kral duymamış  çünkü çok sevgili eşi kraliçe  Attumiş ile birlikte, küçük oğullarının ilk adım atışlarını zevkle izliyormuş. Öyle gülüyorlarmış ki dışarıdaki gürültüleri duymamışlar. Tam o sırada başyardımcı koşup gelmiş, “kralım”, demiş “halk dışarıda bağırıyor,  isyan var”,  “Ne istiyorlar?” diye sormuş kral gözleri hala yeni yürümeyi öğrenen oğlunda olarak.  “Bilmiyorum” demiş soylu, ama “açız, ekmek isteriz, diye bir şeyler kulağıma çaldı”. Kraliçe böyle bir mutlu anında  rahatsız edildiği için canı çok sıkkın terslemiş:  “Söyle onlara demiş, ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler ve bizi de bu mutlu anımızda rahat bıraksınlar, artık onlara yiyecekleri şeyleri de mi biz söyleyeceğiz canım, aaaa!” 

Soylu başyardımcı  hemen balkona çıkmış ve halka seslenmiş: "Kraliçe  gürültünüzden çok rahatsız oldu. Biliyor musunuz ne münasebetsiz bir zamanda sarayın önünde toplaştınız. Tam da sevgili oğulları ilk adımını atmıştı, bu zevki onlara yaşatmadınız. Haaa, ayrıca kraliçe diyor ki ekmek ekmek diye bağırmasınlar, ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler. Bunu nasıl düşünemediniz, ben de şaşırdım gerçekten. Her şeyin bir çaresi vardır canım...”

İşte o zaman  insanlar deli gibi saraya koşmaya başlamış ve çok büyük bir direnişle karşılaşmadan sarayı ele geçirmişler. Kral ve kraliçe sarayın gizli bölmelerine saklanıp halka haber yollamış; “tamam, ne istiyorlarsa bize haber yollasınlar, üzerinde düşünüp  yapmaya çalışalım, büyüklük bizde kalsın.” Kafkaflı anne ve birkaç kişi  öne çıkmış ve şöyle demişler: 
 “Kralın ülkeyi istediği gibi yönetmesini istemiyoruz, halkın da söz söylemeye hakkı olsun, kralın yanında halkın da seçtiği temsilciler olsun istiyoruz. Ülke yönetimine katılmak istiyoruz. Yasaların çıkmasına kral tek başına karar vermesin, bizim temsilcilerimizle birlikte karar verilsin. Herkes yasalara uysun, hatta kral bile”.  

Kral öylesine çaresiz kalmış ki “peki demiş, seçimler yapılsın”.  Seçimler yapılmış, seçilenler kocaman bir meclis oluşturmuş ve ülkenin nasıl yönetileceğine ilişkin temel bir yasa hazırlayıp krala sunmuşlar, kral hala öylesine korkuyormuş ki bu yasayı kabul etmek zorunda kalmış ama bir taraftan da “zedelenen itibarımı nasıl geri kazanırım” hesapları yapıyormuş. Bu fırsatı yaşamı boyunca hiç bulamamış ama sevgili oğlunu bu umudunu aşılayarak yetiştirmiş. Oğluna hep şu masalı anlatırmış:
 “Bak oğlum, şu güzel ülke senin atalarının ülkesi,. Kral atalarımız  zamanında öyle  güçlüydük ki, insanlar bizi gök tanrısıyla eş tutardı. Halktan hiç kimse gözlerini kaldırıp yüzümüze bile bakamazdı. Oysa şimdilerde atalarımızın kemiklerini sızlatacak şeyler oluyor. Okuma yazma bile bilmeyen bu aşağı sınıftan insanların dediklerini yapıyoruz, orduma bile tam olarak söz geçiremiyorum oysa bu köleler sadece şiddetten ve güçten laf anlarlar. Sen sen ol, bunu unutma! Atalarını utandırma!  Annenin  akrabası olan komşumuz Tapi Tapilerden istediğim yardım gelirse görürsün bak, onların askerleriyle ben yine eskisi gibi erişilmez bir  kral olacağım. 

Ama XXX. Attuma bunu başaramadan ölüvermiş. 

Oğul Attuma, Tapi Tapilere en sadık adamlarını göndermiş, “eğer bana güçlü bir ordu gönderirseniz, tanrılar adına yemin ediyorum ki ülkemin en verimli bölgesi olan Kafikafi Ovası'nı  size vereceğim” demiş. Ama Tapi Tapilerin kralı bu yardımı hiçbir zaman yapamamış. Neden mi,  çünkü o da en güvenilir adamlarını kendi komşularına göndermiş, yardım istiyormuş da ondan . Nitekim Attuma’nın gizli habercisi, ayaklanan Tapi Tapiler halkına yakalanınca gizli mektup ele geçirilmiş ve İsyancı Tapi Tapiler bu mektubu hemen Attuma ülkesinin meclisine göndermişler. İşte  O zaman Attuma Devleti’nin meclisi “bizim hain bir krala ihtiyacımız yok! Kendimizi yönetecek kadar bilgilendik, kendimizi eğittik, bizim bir krala ihtiyacımız yok” diyerek kralı tahtından indirivermişler. Zavallı kral tüm ailesini toplayıp çok uzak diyarlara  gitmiş ve ölünceye kadar oralarda yaşayıp, anılarını kaleme almış. Bir gün bir kitapçıda bu anılara rastlarsanız alıp okuyun, hala babasının kendine devrettiği görevin yükü altında eziliyor, “ahhh, keşke biraz daha akıllı olsaydım da bu işi başarsaydım” diyerek hayıflanıyor.

Bu arada Attuma Meclisi genel bir seçim yapmış ama seçime katılma şartları arasında ilginç maddeler varmış.  Örneğin; “100 altın lirası olanlar oy kullanabilir ve aday olabilir ama bu kadar parası olmayanlar  ve kadınlar seçime katılamaz” gibi. İşte seçimler bu  şartlarda yapılmış,  şimdilik herkes memnunmuş, ama kadınların  ve yoksul insanların içi biraz  burukmuş, “bizi  niye seçimlere dahil etmediler, niye bizi de bu ülkenin yurttaşı kabul etmediler” diyorlarmış. ilk seçilen devlet başkanı ülkeyi fena idare etmemiş  ama daha sonra gelen devlet başkanı seçim yasasını tuhaf bir şekilde değiştirmiş. “Bundan böyle milletvekilliğine aday olacakları  ben onaylayacağım” demiş. Kendisini eleştiren gazetelere sansür uygulatmaya başlamış. Seçilme süresi beş yıl olduğu halde zamanı gelince yeniden kendini seçtirmiş, bunu  biraz da zor kullanarak yaptırmış çünkü aksi fikirde olan hiç kimse aday olamıyor ve kendi partisini kuramıyormuş. Bütün bu gelişmeler Devlet başkanının halkın gözünde meşruiyetini kaybetmesine yol açmış. Devlet başkanı aleyhine bir kamuoyu oluşmuş.

İşte o zaman ülkede yeni bir ayaklanma daha patlak vermiş, bu seferki ayaklanma diğeri kadar şiddetli değilmiş ama  devlet başkanını yerinden indirmeye yetmiş. Halk temsilcileri arasında bu sefer kadınlar da varmış, onlar artık siyaseti  sadece erkeklere  bırakmak niyetinde değilmiş, meclisten çıkartılan yeni seçim yasası doğrultusunda  yeniden seçimler yapılmış. Bu sefer 18 yaşının üstündeki herkes oy kullanabiliyormuş. Milletvekilleri yeni bir  anayasa hazırlayıp halkın onayına sunmuş. Ülkede birçok parti kurulmuş, artık gazetelere sansür uygulanmıyormuş. Halkın oyu ile seçilen devlet  başkanı bile o anayasaya uymak zorundaymış. Yasalara uyulmasını sağlamak için  denetimi sağlayacak kurumlar kurmuşlar, çünkü binlerce yıl içinde insanlar  artık şu sonuca varmış: “Yasaların çıkartılması ve uygunlaması işini  kişilere bırakamayız, kişiler bilinçli veya bilinçsizce hatalar, yanlışlar yapabilir”. Böylece hem yöneticilerin hem de kurumların birbirini denetlemesini sağlayacak sistemi oluşturmuşlar. Bu arada unutmadan söyleyelim ülkenin adını da değiştirmişler ve kendilerine “Kafkaflar Devleti” demişler çünkü artık  köleliği, baskıyı, şiddeti, adaletsizliği hatırlatan  "Attumalar"ın adıyla anılmak istemiyorlarmış.

Kafkaflar ülkesinin halkı sonsuza kadar mutlu yaşamış mı? Kim bilir?
Gökten üç elma düştü; biri masalı yazdığım için bana, biri okuduğun ve üzerinde çalıştığın için sana, biri de Kafkaflı  o anneye...



Yazardan izin almadan hiç bir yerde yayımlanamaz, alıntılanamaz, çoğaltılamaz  ve sergilenemez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder